Taraftar sever, gönülden sever ve sevdiğinin peşinden her yere gider elinden geldiğince. O renklere aşıktır çünkü, kalbi takımıyla atar. Hayatı boyunca en büyük aşkıdır. Bu uğurda hayatta kaybettiği fırsatları, harcadığı milyarları, çekilen çileleri siklemez bile. Evi tribündür taraftarın. İkinci evinden ziyade birinci evidir. En mutlu ya da mutsuz, en heyecanlı, en coşkulu olduğu yerdir hayatta. Orada kendisine yapılan müdahaleyi hoş görmez tıpkı hafta sonu Manisa’da hoş görmediği gibi.
Bu sene hem bahar tatiline denk gelmesi hem de fiyat politikası sayesinde o filmden o filme koşuşu ben de yaşamış oldum. Gerçekten gün bitiminde kafanın film izlemekten sütlaç kıvamına gelmesi ayrı bir keyif, hele de film seçimleri iyi çıkmışsa. Festival kapsamında 15’e yakın film izleme imkanım oldu, bazılarını ise daha önceden izlemiştim. İzleyemediğim ama başka arkadaşların çok beğendiği filmleri es geçebilirim, ama sonuçta 200’e yakın filmden bahsediyoruz, bazılarının atlanması...
– Hayat ne kadar da şey.. hım.. sikik.. Evet sikik.. sanırım.. Sence de öyle değil mi? – Hayata haddinden fazla anlam yüklemeye çalışıyorsun, sadece yaşa işte.. O kadar kolay mı? Hayır o kadar kolay. O kadar kolay olmamalı zira Hayat milyonlarca, ne milyonu yahu, milyarlarca insanın içinde kendisi için birşeyler aradığı, belki birşeyler bulduğu, ama hep kaybolduğu, hep kaybolduğu, ulan hep kaybolduğu bir oda. İlkokulda beynimize soka soka öğretilen kümeler gibi. Kesişim kümeleri...
Yağmurlu bir sonbahar akşamında başlamadı bu hikâye. Aslında hava durumunun da bir önemi yoktu. Zaten önemli olan; geçmişin en alakasız havalarında yaşanılanlar değil miydi? O halde nedendir ki benim için bu herhangi zamanın meteorolojik bilgileri? Zaten ne istesem boş, ben gri havayı sevip iktidarımı korumaya çalışsam da hava bütün muhalefetini kullanarak mavi gökyüzüyle otoriteme karşı çıkıyordu. Yüz kelimeyi geçen platonik aşklar için ağlıyordum günün en mantıksız saatlerinde. Hoş, mantık...
Ben çocukken, kimse beni tek başıma dünyanın akışını değiştirebileceğime inandırmadı. Ama ben kendim inandım. Etrafımda küçük bir çocuğun anlam veremeyeceği koşuşturmalar yaşanırken, herşeyden soyutlanmış bi gerzeklikle, bir süper kahraman olup dünyanın ya da ne bileyim hayatın akışını değiştirebileceğimi düşünür, büyümeyi beklerdim. Bahsettiğim süper kahramanlık çizgi film kahramanlarından daha gerçekçiydi aslında. Uçamazdı, lazer tabancası yoktu, daha cılız, daha insan, haliyle daha bir...
Perşembe günü, Kadıköy’de, saat 6:30 gibi işten çıkıp Deniz Otobüsleri iskelesine inerken günün çok farklı olduğunu farkettim. Saatlere yaz ayarı çekildiğinden beri ilk defa işe gittiğimden, ilk defa 6:30’da havanın ne kadar da aydınlık olduğunu farkettiğimden olsa gerek, Bir bahar akşamı, güzel hava, Kadıköy’ün sokaklarının denize çıkması, “O kadar da kötü değil yaşamak” anatemalı düşüncelerin arasında gelip, gidiyordum. Bir kitapçının önünden geçerken, kitap...
Ekrana bakarken bile hala kafamda yazı için bir konu yoktu. Topun sahibi arkadaşın, ki biz kendisine kısaca top diyoruz, geçenlerde dediği gibi, gerçekten ne oluyordu bize? Sürekli bir şeyleri erteliyorduk. Sürekli bir işimiz vardı. Sürekli daha önemli bir işimiz vardı. Sanırım fasulyeden.com’u bir şekilde öncelikler listesinde arka sıralara almıştık. Üstelik bilinçsizce yapmıştık bunu. Ya da belki bilinçsizce yaptığımıza kendimizi ikna etmiştik.
“Ne garip bir yaratıktır insanoğlu,
Çoğu zaman kendi amacını bile bilemez…”
Zorluyorum hayatı en olmadık şekilde, benim olduğu kadar; ve yaşamıyorum olması gerektiği gibi. İstemiyorum, çünkü bu “ben”im, kimse değil. Olması gereken de olamaz o yüzden. Olması gereken zaten çoğunluk baz alınarak oluşan bir şey değil midir ki çoğu zaman? Olması gereken… İşte o zaman ben olamam ki olması gereken olursa. Olsun, gerektiği gibi değil, olsun sadece. Sorun da bu ya zaten…
Son Mudahaleler