Ayça Seren Ural.. 25 yaşında bir genç kadın.. Üniversite yıllarını punk olarak yaşadı. Dar pantolonlar giyip, saçlarını kazıttı. Kavga anında kullanmak için beline zincirler taktı. Saksıda esrar yetiştirip içti. Kimliksiz dolaştı. Nezarethanelerde sabahladı, aç kaldı. Sorgulamadan sevişti. Ekonomiye canlılık getirmek için arabaları çizdi! Hamile kaldı. Evlendi. Çocuk doğurdu. Ve İstanbul’dan taşınıp, roman yazdı. Ayça Seren Ural, ilk kitabı Pogo’da kendi yaşadıklarını ve daha...
Herkes şiir sevmek zorunda değil tabiki.. Seven de olacaktır, sevmeyen de. Bunu açıklayabilmelidir de isteyen istediği yerde; ifade özgürlüğü bunun için vardır çünkü. Ama hiç kimsenin, sevmediği ne olursa olsun, aşağılamaya hakkı yoktur. Gülse Birsel şiir sevmezmiş.. Bunu saygıyla karşılıyoruz biz de; ama aşağılamasını hatta dalga geçmesini onca şaire, onca şiire saygısızlık olarak kabul ediyoruz doğrusu.
Daha küçücük çocukken forma reklamı almayışını ve bunun nedenini öğrendiğimde sempati besledim Barcelona’ya.. Teneffüs aralarında oluşturulan futbol eksenli kürsülerde de hep bu özelliği ile gurur duyduğum Barça’yı tartıştım okul arkadaşlarımla.. Başarıdan başarıya koşan kanlı Madrid’e karşı hemde.. Kalbini Katalan halkı için boş bırakan, reklam almayan Barcelona kulübü şimdilerde endüstriyel futbolla olan savaşını kaybetmek üzere..
“Çocuğum sakat olacağına aldırırım daha iyi” diyorsa bir anne adayı, hiç çocuk doğurmamalı.. İçinde daha yeni filizlenen yavrusuna, “Engelin engel senin yaşamana” diyen bir anne adayıysa anne olmayı unutmalı.. Babaannemi hatırlıyorum çiçekleri çok severdi evinin balkonunu camla kapattırmış o geniş balkonda adeta bir sera oluşturmuştu.. Çiçeklerine aşıktı o. Onlarla konuşur, onlarla dertleşirdi ama şu an en iyi hatırladığım şey çiçeği filizlendiğinde gözlerinde oluşan...
Çocukluğumu düşünüp gözlerimi buğulandırmak yalnızlığımın verdiği en acı tecrübelerden birisidir. Yıllar öncesinde kalan ve yeniden yaşanması için toprağa koyduklarımızın geri gelmesinin gerekli olduğu o güzel günlerin bugünüme bu kadar etki edeceğini o günlerde kestirememem çok normal aslında.. Ama can sıkıcı olan o silgi ve toprak kokan günleri hasretle anmaktan asla vazgeçemeyecek olmamdır..
80’lerin sonlarıydı.. Mahallemiz ilçede az bilinen bir yerdi. İlçe merkezine uzaklığı dolayısıyla insanların günün geri kalanını geçirmek için rağbet etmediği bir mekandı. Oturduğumuz evin karşısı kurbağalarla haşır neşir olmuş bir bataklıktı. Bataklığın üzeri az da olsa molozlarla kaplanmıştı. Geceleri eve döndüğümüzde kapımızın önünde biriken kurbağalarla eğlenirdim çocuk edasıyla.
Çocukluktan beri komedi programlarıyla, mizahla iç içe oldum. Dergiler aldım, diziler izledim. Gençliğimin komedi programları diyince Levent Kırca’nın sarhoş taklidi, İtilmiş’le Kakılmış, Gazman, Atilla Arcan’la karısının şebeklikleri geliyor ilk fırsatta. Yeter artık bıkmadık mı bunlardan? Bunlarla beslenen bir jenerasyon olarak isyan ediyoruz artık.
Nedir yani hayat kavgası, yüzbinlerin olduğu, koca koca binaların arasında koşturarak gittiğimiz, asfaltın artık ayakkabımızla bir olduğu metropollerde eriyip giden gençliğimiz. Acelemiz olmasa bile hızlı hızlı attığımız adımlar, eve 2 dakika önce gitsek ödüllendirileceğimizi düşünmemiz.
Son Mudahaleler